

İsmail Abi’yi At Ayvalık’ın Arabacılar Meydanı’nda dolaşırken gördüm. Küçük bir dükkâna giriyordu; o anı kaçırmadım ve hemen bir kare yakaladım. Ardından portresini de çekmek istedim. Yanına gidip izin istedim. "Çek tabii, çek!" dedi gülümseyerek. Ancak o an uzun bir sohbet etme fırsatımız olmadı. Bir hafta sonra tekrar uğradığımda, bu sefer sohbet etmek için dükkâna girdim ve sarı bir eldiven aldım. Ama radyo sesi o kadar yüksekti ki, birbirimizi zor duyuyorduk. 1989’dan beri bu dükkânda çalışıyormuş; ondan önce de babasının yanında çalışıyormuş. Tam eldiveni alıp çıkarken, "Dur!" dedi ve para üstünü uzatıp, "Bu da senin," diye ekledi.
Dışarı çıktık ve yanındaki dükkânın aslında onun deposu olduğunu anlattı. O sırada bir komşusu sohbete katıldı ve konu ekonomiye geldi. Ardından, yan taraftaki genç kızların sabun imalathanesinden bahsetti. İsmail Abi’yle bir sonraki karşılaşmamızda bu hikâyenin devamını yazmak için sabırsızlanıyorum…



Bir Berber ararken, Yusuf’un dükkânıyla karşılaştım. "Kolay gelsin" dedim. Yusuf, kendini tıraş ediyordu; eliyle selam verdi. "Otur hele," dedi. Ben de karşıdan bir kahve alıp dükkânın önünde içiyorum . O sırada tıraşını bitirdi. "Sihatler olsun," dedim. “Kahve içer misiniz? Ben kendime söyledim,” diye sordum. “Yok, sağ ol,” dedi.
Elimde kahveyle içeri doğru girdim. “Ben tıraş olurken de içerim,” dedim. Yusuf, “Yok , dışarıda rahatça için,” diyerek beni nazikçe dışarı çıkardı. Yine de içeride kalmaya çalıştım ama "Siz dışarıda rahatça için, ben toparlıyorum," dedi. İkinci denemem de boşa çıkmıştı! O an düşündüm, ne acelem var benim? İstanbul’daki o her yere yetişme telaşını hâlâ üzerimden atamamışım. Yusuf, “Siz rahatça için,” dedi tekrar, “Ben pazar yerine bir su dökmeye gidip geliyorum.”
Plastik bir sandalye çekip dükkânın önüne oturdum. Belli ki o sandalye tam da böyle anlar için oradaydı. Etrafıma bakıyorum; kimsenin acelesi yok.. Ekim ayı, Ayvalığın en güzel zamanı... Turistler gitmiş, sokaklar boş, hava güneşli, mavinin binbir tonu denize yansıyor.
Neyse, Burhan geri geldi, traşa oturduk. “Evet abi, ne yapalım?” dedi. “Burhan abi,” dedim, “yanlardan biraz alalım, üstleri hafifletelim, arka tarafı da yukarıdan aşağı doğru şekillendirirsek tamamdır.. ” “Anladım , bir gözlükleri alalım hele,” dedi. Traşın ortasında fark ettim ki gözlük kullanmıyor,.. içimden gülümsedim.
O sırada dükkâna altmışlı yaşlarında bir adam biri girdi. “Cengiz, sen misin?” diye sordu bana. “ Değilim,” dedim. “Buralımısın?” diye sordu. “Yok, komşunuzum,” dedim, “buralardan yer aldım.” Sohbet ilerledi; adamın adı Teoman’mış, emekli devlet memuruymuş. Çocukları İstanbul’da çalışıyor. Sonra genç bir adam geldi, Yunus'muş adı, o da 30’larında.Yunus da 4 yıldır burada yaşıyor, yarı İngiliz, yarı Türk. Yazları Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nde çalışıyor, kışında inşaat işleri yapıyormuş. Teoman abi, oraların maskotu olan 1.40 boyundaki 72 yaşındaki Mimi’nin, hiç çalışmadan nasıl yaşadığını anlattı. “En güzelini yapmış,” dedik, gülüştük.
Tıraş bitti, fotoğraf çekmek için izin istedim ve işte bu kareler ortaya çıktı.





Durmak mı zor, yoksa hareket etmek mi?
Ayvalık’ın dar sokaklarındayım yine, zamanı geride bırakmış gibi görünen insanların arasında dolaşıyorum. Her şey yine yavaş, yine sakin. Bir tarafta kahvemi içerken, üç gün boyunca kaldığım evin balkonundan dört yaşlı amcayı izliyorum. Her sabah aynı yere geliyorlar, akşama kadar sohbet, şakalaşmalar.. bazen kızıp sinirleniyor, sonra barışıp etrafa bulaşıp eğleniyorlar. Aylaklığın tadını çıkaran insanların farkındalığına tanık oluyorum.
Durmak mı zor, yoksa hareket etmek mi? Bu iki kavram arasındaki ince çizgide yürüyorum. Belki de bu sokaklar bana hatırlatıyor; durmak, bazen en derin harekettir, tıpkı nefes almak gibi. Hareket etmek ise, sadece akışa kapılmak, suyun seni taşımasına izin vermektir. Ayvalığın sokakları, her ikisini de aynı anda yaşatıyor.
Köşe başında duraksama, her adımda bir ilerleme... Güray’a ithafen.

